‘’Her yıl binlerce öğrenci üniversite sınavlarına giriyor ve bunların ancak yüzde ikisi bir tıp fakültesine yerleşiyor. Yerleşenlerin de yalnızca üçte biri fakülteyi güç bela bitirebiliyor. Pratisyenler, mesleği bırakanlar, farklı branşları seçenler. Sen genç bir hekim olarak ülkenin en iyi beyin cerrahlarından oluşan bir ekipte çalışma fırsatına sahipsin. Bu da hayatının her alanında daha dikkatli olman gerektiği anlamına geliyor. Korkuttun bizi. Şimdi istirahat et. Daha sonra tekrar görüşürüz.’’

Kafa travması geçiren bir hasta için anlaşılması zor da olsa, hocamın yumuşak ses tonunu duymak beni bir ölçüde yatıştırmıştı. Bu babacan adam asistanlarına biraz uzun konuşmalar yapardı ama içinde art niyet yoktu. Tepeden bakmazdı.

İşlemlerimi tamamladıktan sonra hastaneden çıkış yaptım. Anneme haber vermemiştim. Haddinden fazla endişeleneceği için karşısında görse içi daha ferah olur diye düşündüm. Bir seksen boyumla her zaman bulunduğum ortamdaki en uzun kişilerden biri olmuştum. Yeni başlayan intörnlerden birine ekipmanı indirmesi için yardım edeyim derken kafama sert bir obje düşmüş ve kafa derimi de sıyırmıştı. Bilincimi kaybetmemiş olsam da, bir hayli sarsılmıştım. Gerçi dikişlerden sonra bir epizot yaşamış olacağım ki, hocanın konuşmasından önceki bazı şeyleri hatırlamıyorum. Yine de tahlilleri tekrarlamak ister, bugüne çıkışımı vermezler diye kimseye söylemedim.

Hastaneden çıkınca çarşıya kadar yürümemek için taksiyle bindim ve annemlere gitmek üzere tren istasyonuna geçtim. Neden sonra bunun biraz yanlış bir seçim olduğunu anladım. Midem bulanmaya başlamıştı. Vagondaki birkaç kişi yolculuğun sona ermesini beklercesine sağa, sola, önüne bakıyor, kimisi kulaklıklarıyla müzik diniliyordu. Gün ortası pek kalabalık değildi.

İndim, karşıya geçtim ve yakındaki bir tekelden soğuk bir soda aldım. Apartmanın önündeki betona oturup birkaç büyük yudumda bitirdim. Hava o kadar da sıcak değildi, ancak sırtımdan damla damla soğuk terler boşanıyordu. Yavaş yavaş yürümeye başladım.

Sahil kenarına inip temiz hava alacaktım. Mide bulantım geçeceğine biraz daha artmıştı. Alnımdan şakaklarıma doğru soğuk terler boşanmaya başladı. Dilim, damağım kurudu. Mide sıvılarım kursağımdan yukarı bir dalga halinde geliyordu, dizlerimin üzerine düştüm ve istifra ettim. Her yerimden terler boşanıyor; iki büklüm oluyor, boş midemi dışarı kusuyordum. Gözlerimi sımsıkı kapadım.

Nihayet gözlerimi açıp önümde belirip kaybolan siyah noktalardan da kurtulunca, denizin ortasında, mavi suların içinde olduğumu anladım. Ellerimin altındaki dalgaları görebiliyor, ama suyun içine batmıyor, ıslaklığı hissetmiyordum. Panikle ayağa kalktım. Önümde alabildiğine deniz, uzakta ise adalar vardı. Geldiğim yöne dönüp ne olduğunu anlamaya çalıştım. Sanki deniz sahil şeridinden içeriye taşmış, koca bir park ortadan kaybolmuştu. Aklıma durduğum yerin eskiden deniz olduğu ve sahili genişletmek için sonradan doldurulduğu geldi.

Demek ki en az birkaç on yıl öncesine bakıyordum!

Kalbim deli gibi atıyordu. Kendime gelene ve bu hayalden kurtulana kadar birkaç saniyeliğine gözlerimi kapadım.

Bir, iki, üç…

Karanlıktı. Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde gece olmuştu. Ama denizin ortasında değil, kaldırımın üzerinde, her zamanki haliyle o bildiğim semtteydim.

Tam rahatlayıp derin bir nefes alacakken, durduğum yer ayağımın altından çekilir gibi oldu. Tutunacak bir yer aradım. Sallanıyorduk. Binaların damarları çatlarken çıkan sesler, bir uğultu halinde bir araya gelip yükseliyordu. Sarsıntı hiç geçmeyecek gibiydi. Olduğum yerde kıçımın üstüne oturdum. Sakinliğimi korumaya çalışırken, sis bulutunun içinden gitmem gereken yönü tayin etmeye çalıştım.

Bana dakikalarca sürmüş gibi gelse de, bir an sonra, yalpalayarak yerden kalktım. Zihnim deli gibi çalışıyor, sevdiğim bütün insanlar aklıma geliyordu. Yerimden kalkıp hızlı adımlarla eve doğru ilerlemeye başladım. Bir kadının yanından geçtim, bana doğru bakıyor ama beni görmüyordu. Dolan gözlerini yukarıdaki bir noktaya sabitlemiş, dehşet içerisinde sahile doğru bakıyordu.

Sokaklar bina yıkıntıları ve kaçmayı başaran insanlarla doluydu. Ağlama ve inleme seslerinin arasından geçerken hiçbirini düşünmemeye çalışıyor, sadece gideceğim yere ulaşmak istiyordum. Evimin sokağına girdiğimde, önümdeki yol açıktı. Koşmaya başladım. Soldan gelen bir haykırışla dikkatim dağıldı ve kafamı çevirir çevirmez omzumu bir ağaca çarpıp tersi yönde savruldum.

Etrafımdaki hava buz kesmiş gibi, içim ürperdi. Gayriihtiyari kafamı kaldırıp neye çarptığıma baktığımda ise, gördüğüm şey bir ağaç değildi.

Karanlığın içinde seçmekte zorlandığım bir figür, hırıltılı bir soluk aldı ve eğilerek yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Şimdi daha net bir şekilde gördüğüm varlığın karşısında donakalmıştım. Belirgin, siyah avurtlarının üstündeki iri gözleriyle içime bakıyordu sanki. Göz bebeklerinin siyahında kendimi görebiliyordum. Damarlarımda dolaşan adrenaline ve kaçma isteğine karşın gözlerimi ondan alamıyordum. Kalbim küt küt atıyordu. Doğrularak kamburunu düzeltti. İki metreden fazlaydı ve giydiği paçavraların içinden çıplak beyaz derisi görünüyor, kaburgaları sayılıyordu. Gözlerini üzerimden ayırmadan elindeki ışık kaynağını uzaklaştırdı, ve ancak ondan sonra başını öte yana çevirdi. Karşıdaki eve bakıyordu. Bir kez daha, tüm havayı ciğerlerine çekmek istercesine, ağzını açtı ve yavaş ve hırıltılı bir soluk aldı.

Uzaklaşan karaltının ardından bakarken nefes almakta güçlük çekiyordum. Gökyüzündeki yıldızları görebilmek ve yaşadığımı hatırlamak için yukarıya baktım. Taze havanın verdiği sarhoşlukla gözlerimi kırpıştırırken önümdeki renklerin değiştiğini hissettim.

Yarım saniye bile olmamıştı, ancak masmavi gökyüzüne bakıyordum işte. Nefesim, belli belirsiz bir buhar çıkararak gövdemi terk etti.

Karşıya baktım, annemlerin evine gelmiştim. Hava aydınlık, sokak sakindi ve bahçedeki erik ağacının üzerinde bahar çiçekleri açmıştı. Duvarın üzerinden atlayan bir kedi, miyavlayarak önümdeki kaldırımdan geçti ve gözden kayboldu.

Merve Nur Yavuz Kökkılıç

Yorum bırakın

Çağdaş Hikayeler sitesinden daha fazla şey keşfedin

Abone olmak için e-mail adresinizi girin

Okumaya devam et